Pazar, Eylül 07, 2014

O gün yine her zamanki gibi fazlasıyla yorgun uyandım. Günlerdir düşünüp cevabını bulamadığım şeyler beni yeyip bitirmeye başlamıştı. Benden önce hazırlanıp çıkmış. Artık akşamdan sabaha bile çok nadir görüyorduk birbirimizi. Aynı evin içinde olacak kadar yakın ama ayrı dünyalardaymış gibi uzaktık birbirimize. Uykusuzluktan göz altlarım morarmış, fark edilecek derece de kilo vermiştim. İşe gitmek üzere hazırlanırken birden telefonum çaldı. Annesi arıyor... Açıp açmamak konusunda kararsız kaldıktan sonra bir şey söyleyecektir herhalde diyerek telefonu açtım.

- Nasılsın kızım?

- İyi olmaya çalışıyorum anne.
- Sesin pek iyi gelmiyor ?
- Bu aralar yorgunum biraz, birde... Biliyorsun işte. Sanırım artık yavaş yavaş yolun sonuna geliyoruz. Eskisi gibi değil...
- Biliyorum kızım ben de o yüzden aradım. Nasıl olduğunu merak ediyordum, aslında daha önce arayacaktım ama karışmak istemiyorum biliyorsun.
- Biliyorum anne ama düzelecek gibi değil, yoruldum artık.
-Bak kızım affetmek zor biliyorum. Ne kadar zor olduğunu da biliyorum ama konuştum ben Muratla. Çok pişman. O kadını da aradım evli olduğunu, peşini bırakmasını söyledim. Tek istediğim sizin iyi olmanız, üzme kendini.

 Son cümleleri duyduktan sonra belki 1 dakika öylece sustum. O kadın?! Parçalarını bir türlü birleştiremediği m o yap boz bir anda tamamlanıp önüme koyuldu sanki... Sakin bir şekilde cevap vermeye çalıştım, belli etmemeliydim ama ister istemez sesim titremişti.


- Tamam anne, sağ ol. İşe yetişmem gerekiyor daha sonra konuşuruz bunları hoşça kal.

- Görüşürüz kızım.

İşi arayıp gidemeyeceğimi, hasta olduğumu söyledim. Kafamda birikmiş bütün soruların cevaplarını hiç ummadığım bir anda bulmuştum. Şanslı ya da şanssız olup olmadığımı bile sorgulayamadım. Tek bildiğim artık bitecekti. Öncesinde bir dönüş yolu mutlaka olmalıydı ama artık yoktu. Bitmekten başka çaresi yoktu işte. Peki nerede olmuştu? Nasıl olmuştu? Benim evimde mi? Tek gecelik bir şey miydi yoksa bir süredir var mıydı ? Bütün bu soruların cevaplarını ne kadar merak etsem de öğrenmemek en iyisiydi. Her şeyin en azını düşünüp, daha az üzülmeliydim.


Birlikte geçirilen vakitlerin azalmışlığını, akşam eve geç gelişlerini, günaydın demeden çıkıp gitmelerini ve kısa sürede bu kadar değişmiş olmasını elbette böyle bir sebebe bağlamıştım. Ama bu yalnızca bir varsayımdı. Ta ki bütün gerçekler bir an da yüzüme vurulana dek...

Saatlerce düşündükten sonra kalkıp hazırlandım.


En sevdiği elbisemi giydim, günlerdir hiç özenmediğim kadar özenerek makyajımı yaptım. Güzel bir akşam yemeği... Evet, bu gece ikimiz içinde güzel bir başlangıç olmalıydı. Onu ne kadar sevdiğimi bugün daha çok hissettirmeliydi m. En sevdiği yemekleri yaptım ve biraz şarap... Beklemekten fazlasıyla sıkılmama rağmen arayıp ne zaman geleceğini sormadım. Bir süredir, akşamları olduğu gibi yine geç gelecekti. Gözüm sürekli kolumdaki saatle masanın üzerindeki telefon arasında gidip geliyordu.  Saat 00.00 hala gelmedi derken bir kadeh şarap daha... Ne kadar içtiğimi hatırlamıyorum bile. Saat 00.35 kapıdaki anahtar sesiyle kendime çeki düzen veriyorum. Beni görünce fazlasıyla şaşırıyor.


- Hoş geldin sevgilim.

- Hoş bulduk canım, uyumamışsın? Ayrıca bugün fazla güzelsin, özel bir gün müydü? Unuttum mu yoksa?
- Evet bu gün özel bir gün. Uzun zamandır birlikte fazla vakit geçirmiyoruz. Belki bir akşam yemeği yeriz diye düşündüm aslında... Hem en sevdiğin yemekleri yaptım. Otursana?
- Üzerimi değiştirip geliyorum.
- Hayır, değiştirme. Otur işte.
- Sen iyi misin? Bir şey mi oldu?
- İyiyim, hiç olmadığım kadar iyiyim merak etme. Konuşmak istediğim şeyler var sadece.
Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi ? Sen bu hayatta en çok isteyip de başıma gelen en güzel şeysin benim.
- Evet biliyorum, ben de...
- Sözümü kesme! Güzel bir haberim var sana aslında. İki gün önce öğrendim ama, bu güne kısmet oldu söylemek. Aramıza yeni bir misafir katılıyor... Hamileyim.


O an gözlerinin içinin nasıl parladığını anlatmak imkansız. Gelip boynuma sarılıp defalarca öptü. O kadar mutluydu ki kelimelere dökmeye gücüm yetmiyor. Öyle çok isterdim ki, bu haberi farklı bir şekilde vermeyi, güzel bir kutlama yapmayı, birlikte küçücük kıyafetler bakıp alış veriş yapmayı, hatta abartıp doğmamış çocuğumuza okul planları yapmayı... Öyle çok isterdim ki! Ama hayat öyle bir dengeye oturmuş dengesizlik ki ne zaman ne olacağını bilemiyorsun. Yıllarca düzene sokmaya çalıştığın her şey 24 saatte belki de böyle bir gece de yerle bir oluyor.


- Bu çok güzel bir haber! İnanamıyorum hala, gerçekten baba mı oluyorum?! Bu geceyi saymıyorum bunu tekrar kutlamalıyız.

- Bundan sonra bir kutlama olacağını sanmıyorum aslında. Bu son kutlamamızdı, belki de son gecemiz.
 - Anlamıyorum bu ne demek şimdi?
- Anlaşılmayacak bir şey yok. Ben anlamaya çalıştığım her şeyi anladım. Şimdi senden istediğim bir şey var. Eşyalarını topladım, yatak odasında. Onları alıp çıkar mısın ?
- Bu ne demek oluyor şimdi?
- Ne demek olduğunu çok iyi biliyorsun. Olan çirkin şeyleri konuşmak istemiyorum. Ne olduğunu ve bundan sonra ne olacağını ikimiz de biliyoruz. Sadece gitmeni istiyorum. Sadece bu evden değil, artık hayatımdan da gitmeni istiyorum. Seni ne kadar çok sevdiğimi her zaman hissettirdim ama hak etmediğin an da seni terk edeceğimi tahmin bile edemedin, artık bitti.

Hiçbir şey söylemedi. Eşyalarını alıp sessizce çıkıp gitti. Sabahı nasıl gördüğümü hatırlamıyorum, gece boyunca hiç durmadan ağladım. O günden sonra ne bir mesajına, ne aramalarına cevap vermedim.


O gece, eşyalarıyla birlikte eminim bütün pişmanlıklarını da yüklenip gitti bu evden. İkimizde geri dönüşü olmayan bir yola girdik.


İhanet, tek kişinin üstlendiği bir suç gibi görünse de sonuçlarına birden fazla kişinin katlanmak zorunda kaldığı bir gerçek.


Ve sadakat; hiç olmadığı kadar beyaz kalmalıydı. Çünkü pişmanlık, beyazın üzerine işlemiş hiç bir rengi silmeyecekti. Zor olan, o lekelerle, pişmanlıklarla, hayal kırıklıkları ve yitip giden güvenle o yolda tek başına ilerlemekti...


Artık Bitti...

Cumartesi, Eylül 06, 2014


''Günaydın'' ile başlayıp, ''Hoşça kal'' ile biten can sıkıcı bir gün. Mutlu uyanıyorsun ama mutlu uy-uyacağının bir garantisi yok maalesef.
 Akşam dışarı çıkacağımı haber vermek için mesaj attım. Verdiği tepkiyi beklemediğimden olsa gerek sinirlendim. Sadece arkadaşlarımla bir yerde oturup kahve içecektim. Saat 9, benim için çok geç sayılmaz ama onun için geç-imiş. Özgürlüğümün önünde bu kadar durulmasına alışkın değilim. Henüz birlikteliğimiz çok yeni ve her gün yeni bir şeyle karşılaşmakta korkutuyor beni. Tam da bana yakışır bir tavırla, fevri davranarak bir mesajla yanıtladım: '' Çok üstüme geliyorsun, boğuluyorum artık. Böyle devam edeceğini de sanmıyorum. Bitirelim bence. Hoşça kal...''
Yalnızca ''Hoşça kal'' diyerek şaşırtıyor beni. O akşam düşünmeye çok fırsatım olmadı. Yalnız değildim, yanımda arkadaşlarım vardı ve güzel de vakit geçirmiştim. Çok geç olmadan eve döndük. Yorgundum, pijamalarımı giydim, oturuyorum derken bir mesaj... Arkadaşı onun kötü olduğunu, toparlayamadıklarını ve benim yanında olmam gerektiğini söylüyordu. Herkes biliyordu ki, arkadaşlığımız başladığından beri onun bütün dünyası ben olmuştum.Ve birine anlatırken beni, ''Ailem'' diyordu...
 Biraz düşündükten sonra geliyorum dedim. Her ne olursa olsun bana ihtiyacı vardı ve yanında olmalıydım. Üzerimi bile değiştirmeden kendimi sokağa attım. Ev arkadaşıma da eve döneceğim için söz vermiştim... Arkadaşı arabayla gelip aldı. Mekana girerken şöyle bir kendime baktım, üzerimde yatarken giydiğim kıyafetler ve yanımda sadece telefonum var. Nasıl bir telaşla çıkmışsam çantamı almayı bile düşünememiştim. Barda oturmuş içiyordu, eli sargı-daydı. Geçip yanına oturdum. Yüzüme bakıp gülümsedi ve eminim gün içerisinde kimse onu güldürememişti. Eline ne oldu demeye kalmadan '' yok bir şey, küçük bir kaza'' diyerek geçiştirdi.Elimi ellerinin içine alarak sıkıca tuttu ve uzun süre gözlerimin içine baktı.
-Yanımda kal...
-Yanındayım!
 Hiç sevmediğim halde sadece eşlik etmek için bir bira da ben istedim. Ben yavaş yavaş tadını hazmetmeye çalışırken o bitirip bir tane daha istedi.
- Abartma istersen, yeteri kadar içmişsin bırak artık...
 - Sana eşlik edeceğim.
Sırf bana eşlik etme bahanesiyle daha fazla içmesin diye tek seferde içip bitirdim. Sonra kalktık ve iki arkadaşıyla birlikte arabaya bindik. Önce nöbetçi bir eczane bulup zar zor içeri girmeye ikna ederek, bir ilaç ve sargı bezi aldık. Eli çok fazla şişmiş ve hareket ettiremiyordu. Kaza falan değildi, yine sinirlenip bir yere vurmuştu işte biliyordum ve hiçbir şey söylemedim. İlacı aldıktan sonra beni eve bırakmalarını istedim. Kalmam için ısrar etti, o kadar kötü bir durumdaydı ki ''Tamam'' demekten başka çare bırakmıyordu bana. Eve çıktık. Arkadaşları da bizimle birlikte geldiler. Oturma odasındaki çekyata uzandım, artık sadece uyumak istiyordum. Elimi sıkı sıkı tutarak yanıma uzandı ve üzerimi örttü. Gözlerimi kapattıktan sonra sadece onlara söylediği bir iki şey kaldı aklımda.
Hep yanında olmamı istiyordu ve beni kaybetmekten çok korkuyordu... Sabah uyandığımda bana sıkıca sarılmış olduğunu fark ettim ve elleri hala ellerimdeydi.





Kolunu yavaşça üzerimden alıp kalktım, gece o kadar çok içmişti ki onu ilk defa böyle derin uyurken görüyordum ve ilk defa ben uyanınca uyanmamıştı. Usulca yanağından öptüm ve uyandırmadan çıktım. Eve yürüyerek gitmekten başka çarem yoktu, mecburen yürüdüm. Ev arkadaşıma ve misafirlerimize söz verdiğim gibi kahvaltıya gitmek üzere hazırlandım. Kimse bir şey sormadı ben de anlatmak istemedim. Arabaya binip Gönen'e doğru yola çıktık. Üzerimdeki bu yorgunluğu ancak köy havası alabilirmiş. Muhteşem bir köy kahvaltısı, hoş sohbet derken dönüş yolu...

İş yerine erken gidip birer kahve içtik. Durgunum ama kendimden bile saklamaya çalışırcasına sürekli gülüyorum. Aslında büyük bir sorunum var ve daha ilk günden kaçmaya başlamıştım bile.
İşe başlamadan önce görüşmek istediğini söyledi, kabul ettim ve yanına gittim. İş yerime 2 dk uzaklıkta olan bir barı işletiyordu. Mekana çıktım ve karşısına geçip oturdum.
Defalarca gitme dedi, gidecek misin diye sordu. Verdiğim cevaplar hep aynıydı;
''Gitmem gerekiyor, böylesi ikimiz içinde iyi olacak. Birbirimize zarar veriyoruz anlamıyor musun ?''
İşe geç kaldığım için kalkmak zorundaydım, ''Emin misin?'' diye tekrar sordu,
''Eminim!''
Emin miydim bilmiyorum ama o an sadece gitmem gerekiyordu ve doğru olanda buydu. Daha merdivenleri inmeye başlamadan büyük bir gürültü koptu. Önüne ne gelirse tekme atıp devirmeye başlamıştı, biliyordum hiç değişmeyecekti. Koşarak çıktım, önce bir şey yoktu daha sonra her yerimin titremeye başladığını fark ettim ve ağlamaya başladım. Bir bankta  oturup dakikalarca ağladım. Ne kalbim, ne de aklım böylesi bir duygu karmaşasına alışkın değildi. Ne olduğunu bilmiyorum derken olan olmuştu işte...
Akşama kadar tek bir mesaj bile atmamıştı. Sadece arkadaşından gideceğini öğrendim.
 ''Eğer ayrılırsanız o gider, kalmaz buralarda artık...''
Sanırım bu cümle benim için her şeyi değiştirmeye yetmişti o gün. Düşündüm, çok düşündüm...
Kısa zamanda öyle yer etmişti ki hayatımda, gitmesine izin veremezdim ve biliyordum ''Gidiyorum'' dediği an gidecekti. Sadece ''Gitme'' dememi bekliyordu ve ''Gitme!'' dedim...

O günden sonra ruhumda açılacak tüm yaralara ''Hoş geldin'' demiştim ben, bunu çok sonraları fark ettim. Çok sevdim...

Gülüşünün kenarında oluşan küçük çukuru, teninin kuytu-sunu, sarhoş eden kokusunu her şeyini sevdim. Biliyordum ki bir gün kendisine zarar vererek başladığı o sevgiyi, bana zarar vererek bitirecekti. Öyle de oldu...
Artık onu sevdiğimden ve bırakmaya-cağımdan o kadar emindi ki, sinirlendiğinde kendine değil bana zarar veriyordu. Git gide daha az gülmeye daha çok ağlamaya başlamıştım...




Bizim hikayemizin sonu daha o günden belliydi, birimiz gidecekti. O'nun bende neyi kaldı bilmiyorum ama benim kaybettiklerimi asla veremeyecekti. Bana kendimi nasıl geri verebilirdi ki?
Gittim...
Ondan kalan ilkbahar sevincim, yıkık dökük hayallerim ve sevmeye korkan kırık kalbimle gittim. Öyle kaybettik ki birbirimizi, bulmaya çalıştığımız bütün yollar çıkmaz sokaktan ibaretti.
Bir şehri iki insanın aynı anda terk etmesi...
Bizim hikayemizin sonu buydu.
Onu her zaman sevmeyeceğim ama biliyorum, içimde ölmeyecek de...


Diyeceğim o ki,

İki insan birbirinin her şeyi olabiliyormuş,
severken hiç olmadığı kadar acıtabiliyor-muş birbirini üstelik...


Bana kendimi geri verebilir misin ?

Cumartesi, Ağustos 30, 2014


O'nsuz bir günü nasıl geçerdi merak etmişti hep. Sahi nasıl geçerdi? Düşünmek bile istemiyordu.

Ve bu sabah O'nsuz geçmez dediği günlerin tamı tamına 98. gününün sabahıydı işte.Yine birden açtı gözlerini. Devamını görmek istemediği rüyalardan biriydi belki. Hatırlamak için hafızasını ne kadar zorlasa da yine derin derin uyumuştu, hatırlayamadı. Gözlerini ovuşturarak kendine bir 'Günaydın' armağan etti. Yalnızlığına nispet yaparcasına kendi kendine günaydın dedi yine. Elini başucundaki komodinin üzerine attı ve sigarasını aramaya başladı. İçinde bir tane sigara kalmış. Her zaman geceden sabaha bir sigara ayırırdı mutlaka. Çünkü mutlu uyanacak bir sebebi yoksa insanın, sabahına yakılacak bir sigarası olmalıydı ona göre. Tek eliyle sıkıca sarıldığı pikeyi fark ederek birden bıraktı. Üzerinden atıp yataktan doğruldu. Uyku sersemliğiyle bir iki şeye çarparak pencereyi açtı. Sigarasını yaktı ve bir duman çekti içine...






Yüzüne soğuk bir esinti çarptı, üşütüyordu. Aylardan neydi sahi? Bilmiyordu ama sonbahar gelmişti işte, kalbinde sararıp solan aşk çiçeklerine saygı duyarcasına gelmişti. Birlikte sonbahar geçirmemişlerdi, onu daha az hatırlayacağını umuyordu onun olmadığı mevsimlerde.

Sigarasını söndürdükten sonra yastığının altında duran küçük defteri aldı eline, her sabah yazdığı o cümleleri yazdı tekrar :


''Günaydın sevgilim... Bu sabahta başkasını öperek ona günaydınlar dedin. Ben yine kendi kendime günaydın diyorum. Yalnız değilim merak etme. İçimde sen'den kalabalıklarım var benim. Biliyorum artık üzülmezsin ama yine de söyleyeyim, bu sabah da kahvaltı yapmadan sigara içtim. Ve bu gün yine seni seveceğim...''

Ne bulduysa giyip dışarı attı kendini. Sessizliğin ve yalnızlığın ağırlığı sabahları pek iyi gitmiyordu. Kahvaltı? Yine her sabah olduğu gibi canı hiç istemiyordu. Yalnız yemek yediği zamanlarda boğazına diziliyordu hep lokmaları. Bir insanın gözleri neden hep yemek yerken dolardı ki?  Yine fark etmeden uzunca yürümüştü.

Denizi görünce yüreğine bir ferahlık geldi. En iyi antidepresandı  onun için. Maviliğinde kaybolmayı seviyordu. Deniz şimdilik sevilmeye en değer şeydi. Hiç gitmeyecekti, hiç bırakmayacaktı onu. Ve o yüreği her sıkıldığında her dara düştüğünde denizin karşısında alacaktı soluğu.

Denize en yakın masayı seçti kendine ve bir çay söyledi. Çift şekerlerden nefret ediyordu artık. Birini ona verip diğerini kendi çayına atardı. Her şeyin onu bu kadar fazla hatırlatması hoşuna gitmiyordu. Aynı şeyleri düşünürken çayı yarıya gelmeden soğumuştu bile. Zaten artık ne kahvenin, ne çayın sonunu görebiliyor ne de sigarasının nasıl bittiğini anlıyordu. Son zamanlarda ihmal ettiği, sürekli canı sıkkın olduğu için bahanelerle görüşmeyi ertelediği birkaç arkadaşıyla buluştu.

Saat epey geç olmuştu. Her gün aynı şekilde fark etmeden geçiyordu böyle. Saatlere de kızıyordu artık. Hiç bir anlamı olmadığı halde, bu kadar hızlı akıp gittiği için kızıyordu.

O soğuk, çirkin yalnızlığını yine evde bıraktığı gibi buldu. Eve hep uyuma saatlerine yakın gidiyordu. Yoksa duvarlar onu rahat bırakmıyor, yalnızlığını yüzüne vururcasına üstüne üstüne geliyordu.

Uyumadan önce son bir kahve ve bir sigara.


 En düzenli alışkanlığı buydu. Sigarasını içtikten sonra yastığının altındaki defteri eline alarak bir şeyler karaladı, her gece uyumadan önce yaptığı gibi:


''Sensiz nasıl geçer derken, bugün 98. günü bitirdik yalnızlığımla sevgilim. Sahi senin bir başkasını sevişinin kaçıncı günü? Nasıl gidiyor peki? Umarım benden çok seviyordur seni. Ve biliyorum, beni sevdiğinden çok seviyorsun onu. Merak etmiyorsun belki ama, kalbim bu aralar pek iyi değil. Niye bilmiyorum, bitmesi gerekirken her gün artıyor bu illet. Yokluğunu neden almadın giderken ve kendimi neden bana geri vermedin? Yine uğramak için mi şehrime böyle gidişin?

Gelme.
Bıraktığın gibi değil, ne saçlarım ne gözlerim. Kalbim; kafese sıkışmış, kendi kanat çırpışlarıyla kendini öldüren bir kuş gibi. Ve her gün bir kilit daha vuruyorum o kafese ben.

Gelme.
Sigaram, kahvem, yastığım, yatağım... Hepsi yokluğuna alıştı artık. Ve bugün biraz daha alıştık yokluğuna.
Yokken daha güzelsin belki de.

Gelme.
O' na iyi geceler de ve uyu...
Sabahları bende eksik olan günaydınlarını onunla tamamla.
O çok sevdiğin pazar kahvaltılarını da ihmal etme.
Bu gece de hoşça kal,
Yarın yine yokluğunla randevum var...''

Defteri kaldırıp yine yastığının altına koydu. Usulca yatağın bir köşesine ilişti. Gözünden bir iki damla yaş geldi. Alışkındı artık, her gece böyleydi... Kendine iyi geceler diledi. Ve uykunun o huzur dolu kollarına bıraktı kendini, yarını hiç düşünmeden. Yarın da dün ve bugünden farksız geçmeyecekti...


Alıştım...

Perşembe, Ağustos 21, 2014


Bugün, sonbaharı müjdeleyen bir rüzgar esti sanki... Ağustoslar neden soğuk geçiyor artık bilirsin, ayrılığın yıl dönümleri işte. Aynı şehirde olmamızın bir anlamı yok. Aynı rüzgarın yüzümüze çarptığının, aynı yağmur damlalarının üzerimize düştüğünün de. Benimle ama Dünya'nın öbür ucunda olsan, inan bu kadar uzak hissedemezdim sana...

Kaybedecek bir şeyim kalmamış benim. Kaybetmenin ne demek olduğunu senden önce bilmezdim. Ve bir kadının aynalara küsmesi ne demek bunu da sen bilemezsin.



O çocuk kahkahalarımı bıraksan, onlarla bile yetinirdim. Zaten hiçbir zaman senden çok şey de istemedim. 
Saçlarımı severdim, öptüğün saçlarımı kestim. Uzayan yanlarının senden haberi bile yok. Böyle böyle unutturuyor-um seni kendime...
Unutmak kolay oldu mu peki ? İnsan her şeyim dediğini her şeyiyle unutabilir miydi ?




Unuta bilirmiş...


Unuttun ya:
Bendeki bahar yabancı artık sana, ve bendeki huzur da yalancı. Sözlerimin sana değmeyeceği kadar uzağındayım. Bilmiyorum, kaç bahar daha geçse dağılır kokun gök yüzümden hiç bilmiyorum.



Yalnızlığın o gitgide artan ışığı gözlerimi kamaştırıyor artık. Bir el uzanıyor bazen tam o ışığın içinden, bir el. Tüm karanlığımla sarıyorum onu, tüm korkularımı salıyorum üstüne. Kimseyi istemiyorum, görmek istemiyorum belki. Gözlerimin tüm yorgunluğuna rağmen, o ışığı az da olsa kısacak şeyleri uzak tutuyorum kendimden... Geceleri sevmiyorum artık, günaydını eksik sabahları da. İçimde ölen sana, içimden yas tutuş bu; ağlayış, haykırış. Sessizliğimin parçalandığı zamanlarda, tüm cümlelerimi toplayıp tekrar kaldırıyorum rafa. Sessizlik diyorum; güzel, gayet de iyi. Zaman zaman çınlatsa da kulaklarımı, sağır da etse iyi. Bozma sakın konuşma! 



Soğumuş bir kahve, içmeyi unutulmuş yarım bir sigara, tüm sözlerine hakaret edercesine sesi kısılmış bir şarkı, karanlık, bir türlü sonunu göremediğim kitaplar... Hislerimi etkilemesin diye izlemekten korktuğum güzel filmler... İşte hepsi bu!


Böyle iyi, gayet iyi.
Yalnızlığım iyi.

Kimseye dokun-durmadığım, toz kondurmadığım yalnızlığımla aram iyi.
Şimdi sen bile, onunla arama giremezsin artık.





Yalnızlığımla Aram İyi

Salı, Ağustos 12, 2014

Saat ayrılığı epey geçiyor, vakit gelmiş. Vedaları ertelemeyi sevemedim hiç. Neresi olursa olsun, nereden gideceksem gideyim, can havliyle gittim. Ve artık gidiyorum..

Bu şehrin yağmurlarında ıslanmışlığım var, kar yağarken, soğuğunda kalbimin buz tutmuşluğu var. Sokak lambalarının altında bekleyen yalnızlıklarım var. Denize karşı içilmiş kahvelerim, gülerek uyanmışlıklarım ve bir bankta defalarca yakılmış sigaralarım var. Hepsini bırakıp gidiyorum, bu şehir beni unutmamalı diyorum, unutamaz. Bu şehrin sokaklarında aşık olmuşluğum var.

Bütün kıyafetlerimi toplayamadım, birkaç bir şey var benden kalan ve elbet üzerine kokumun sinmişliği var adam. Benden kalanlara tahammül edemeyeceksin biliyorum, hepsini yak.

Islak çamaşırların kalmış. Yarın ne giyeceğini düşünme diye astım hepsini. Ütülü gömleğin yok. Bu kafa karışıklığında bir de onu düşünemedim, sen halledersin. Ne yersin bilmiyorum, yemekte yapmadım bugün. Bir gitme telaşı var ki bende sorma gitsin.

Hazırım artık gidiyorum..
Gözyaşlarımın düşmüşlüğü var ellerine, çocuk gibi kahkahalarım var senden doğan. Onlarda kalsın sende, istemiyorum. Nasıl geldiysem sana, öyle gidiyorum.

Son cümlelerim yok söyleyecek. Son cümlelerin sonu gelmez hiç bilirsin.

Ben daha seni sevemeden, yüreğini sevmiştim adam! Öpüyorum yüreğinden. Kendine iyi bak demiyorum, kim olacaksa yanında, söyle iyi baksın sana. 

Sen kendine bakamazsın adam! Biliyorum.

Gidiyorum...

Perşembe, Ağustos 07, 2014

Önce melek dendi kadına, bir adam melek diyordu. Garip melek..

Saftı kadın, temizdi. Sevmeyi bir türlü öğrenememiş, kalbi hep en olmadık yerde yarım kalmıştı. Korktu önce uzak durdu. ''Ya seversem, ya böyle özgürce uçmuşken hep, kanatlarımı ateşe verirsem? '' Ve korkularıyla kendini derin sulara bıraktı, yüzmeyi öğrenememişken üstelik.

Sevdi kadın, çok sevdi. Bir eli sıkı sıkı tutmayı öğrendi ve elinin ne kadar sıkı tutulabileceğini. Sakınılacak kadar her şeyden, ayaklarının altı öpülecek kadar sevildi. O küçük dünyasına kocaman bir güneş doğmuştu, hiç görmediği için en büyüğü oydu ve hiç hissetmediği için en güçlü hisleri ona duyduklarıydı. Severken ve tanırken tüm kötü yanlarını tüm karanlığını göz ardı etti adamın, adam seviyordu evet ama severken de yıpratıyordu. Gülüşlerini çalıyordu, göz yaşlarını çoğaltıyordu kadının.

Kadın, herkesten neyini sakınmışsa almıştı adam, başarmıştı. Artık sadece kendinden alınanlara yakın olmak için duruyordu kadın, gitmek istemiyordu. Neyi varsa onundu artık. Gitseydi ne yapacaktı? Kime nasıl anlatacaktı ?

''Bana bağlı olduğunu düşünme, insanız sonuçta her şey olabilir. Ayrılabiliriz de..''

Sonra bütün hayalleri yıkıldı kadının. Her şeye razı olacaktı oysa. Karanlığını da sevecekti, o kısık, yanmak için çabalayan ışığını da... Ama olmazdı artık. Bu sözler çıkmışsa ağızdan, kalpten neler geçiyordu kim bilir?

Düşündü, günlerce ve gecelerce sustu. Artık tek verebildiği sessizliğiydi. Kaybettiklerini düşündü ve bunların arasında hiç geri gelmeyecek olanları.

''O benim için her şeyi yapar.'' dediğinde en büyük yanlışı yapmıştı, anladı ve artık çok geçti.

Ve bir kadın için, inanın bundan daha yıkıcı, iz bırakacak ve tüm duygulara küstürecek bir şey daha olamazdı..

Sonra mı?

Bir rüzgardı, öyle şiddetliydi ki kadının ışığını çaldı önce, saçlarını dağıttı, kalbinde her şeyi toz duman etti ve en son kalbini parçaladı. Öyle küçük parçalara ayırdı ki zor olsun istedi birinin gelip tekrar sevmesi.

Topladı kadın bütün eşyalarını. Bir saç tokası ve gece yatarken giydiği bir tişört kaldı ondan geriye. İçindeki tüm boyun eğmeleri saklarcasına bu kez dik durdu. Yutkundu, boğazına bir acı oturdu. O an da anladı ki tüm yaşadıkları, tam orada, o acıyla birlikte duracaktı. Güçlü görünmeliydi, ağlamamak için direndi.

O şehri, o adamı, o evi, birlikte yürüdükleri sokakları, kahvaltıları, denize karşı içilen kahveleri, her şeyi terk etti kadın. Ve adam, bir daha bulmamak üzere kaybetti kadını...

Kadın..

Çok uyudu, tüm yaşanmışlıkları unutmak istercesine, yaralarını tek başına sarmak için uyudu. Gecenin karanlığına tahammülü yoktu. Kendiyle baş başa kaldığı zamanlar en büyük düşmanıydı artık. Günler geçti, aylar, mevsimler ve acılarla tam bir yıl devirdi. Zaman zaman ilaçlarla ve çoğu zaman uykularla geride bıraktı bir yılı. Sonra daha az ağlamaya başladı ve daha az düşünmeye. Git gide belki de hiç ağlamadı.

 
Adam sevmişti bile çoktan birini, sevecekti de. Kadına kurduğu bütün cümleleri kurarak sevdi bir başkasını.
Herkesleştirerek sevdi, basitti ve en kötüsü gülünçtü artık..

Ne mi öğrendi kadın ?
Kaybettikleri geri gelmeyecek, onlarla yaşamayı öğrenmeli. Varmışcasına sarılmalı tüm kaybettiklerine ve vedalaşıp denize atmalı. Onlarla yaşayamaz. Yıkık hayallerini toplayıp tekrar hayaller kurmaya başladı. Yaşıyordu çünkü bu mümkündü.

Yaralarına gelince... Hiç dokunmuyordu onlara ve dokundurtmuyordu. Geçiyordu hepsi yavaş yavaş.
Geçtikleri yerlerde derin izler bırakarak.. O izlerle yaşamayı da öğrendi.

Tüm hatıraları ve o adam hala aklında. Ama nasıl?
Beyin ölümü gerçekleşmiş ve fişi çekilip huzura erdirilmeyi bekleyen bir hasta gibi...

Yani demem o ki bir adam, bir kadını sevmeyi ve sahiplenmeyi bilmeli...


Sevdi Kadın

Çarşamba, Ağustos 06, 2014


Bir kadın düşünün gecesi gündüzüne karışan, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeyen bir kadın.

Oturup yalnızlığıma çay demliyorum, uyumak istiyorum sonra. Çokça uyumak. Pek iyi gittiği söylenemez ama sigarayla öyle böyle gidiyor işte. Saçlarım hep dağınık, uzun zamandır böyle. Günlerden, aylardan, yıllardan haberim yok gibi.

Aynaya baktığım zamanlarda, bakışlarımı birinden kaçırmak istercesine kafamı çeviriyorum hemen. Ben her şeyden önce kendimden kaçıyorum.


 Ben, bazen, neyi nasıl hissettiğimi dahi bilmiyorum. Bildiğim tek şey, gitgide hissizleşiyorum. Artık ağlamıyorum mesela. Geçmiş gözyaşlarımdan kalan çok tuz biriktirdim kirpiklerimde. Önce gözlerim ihanet etti kalbime, bir adamı görerek. Ve sonra kalbim, tüm bedenime ihanet etti. İşte tam bu noktada açıldı yaralar. Açıldığı an anladım ki kapanmayacaktı. Belki daha az kanar, belki daha az acıtırdı ama kapanmazdı işte.

Üzüldüm. Geçmişte kalandan çok, bundan sonra gelecek olanın, yaralarımı sarmaya çalışırken, o yarada kaybolacağına üzüldüm. Belki de çok şey hak edip, bende hiç bir şey bulamayacağına...

Şimdi sadece, başka bir aşka ihanet etmiş bir adamın, ihanetini benden bulmasından korkuyorum. Ve tek istediğim, belki bir gün, yaramı birinin yarasına merhem etmek. Çünkü yaralarını sararken de bencil olmamalı insan. O gün geldiğinde, yalnızlığımı da susmuşluğumu da yolcu edeceğim...


Belki Bir Gün...